Tek kutupluluktan “düzensiz” çok kutupluluğa: Soğuk Savaş’ın resmen sona ermesinden 35 yıl sonra bugün dünya nasıl bir eşikte?

“`html

“Dünya, bir dönemi geride bırakıp yeni bir çağa adım atıyor. Uzun bir barış sürecinin başlangıcındayız. Güç tehditleri, güvensizlik ve ideolojik çatışmalar, geçmişte kalmalıdır”

Sovyetler Birliği’nin eski lideri Mihail Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın sona erdiğini duyurduğu Malta Konferansı’nda, ABD Başkanı George H.W. Bush’a şu sözleri söylemişti: “Kalıcı bir barış sağlanabilir ve Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler kalıcı bir iş birliğine dönüşebilir. Başkan Gorbaçov ve benim burada sunduğumuz gelecek, işte budur”.

35 yıl önce, 2-3 Aralık 1989 tarihleri arasında, Gorbaçov ve Bush, Malta açıklarındaki Maksim Gorki yolcu gemisinde Soğuk Savaş’a resmi olarak son verdiklerini açıkladı. Bu tarihi konferansın üzerinden geçen 35 yıl içinde dünya, hâlâ birçok gerilimle yüz yüze. Yeni ittifakların ortaya çıktığı ve güç dengelerinin yeniden belirlendiği bu dönemde, dünya yeniden kırılgan bir eşiğin kenarında duruyor. Devam eden bölgesel çatışmalar ve nükleer silahların caydırıcı güç olmaktansa bir tehdit unsuru haline gelmesi gündemde.


Gorbaçov ve Bush’un Malta Konferansı’ndaki anı

Peki, Soğuk Savaş’ın sona erdiği bildirildiğinde söylenen “umut dolu” ifadeler, 35 yıl sonra nasıl yankı buluyor? Soğuk Savaş sonrası oluşturulan uluslararası düzen ve bu düzenin tek kutupluluktan çok kutupluluğa dönüşmesi, barış ve güvenlik sağlama kapasitesinin yetersizliğini mi gözler önüne seriyor? Bazı uzmanlar olayları “İkinci Soğuk Savaş” ya da “Üçüncü Dünya Savaşı” şeklinde yorumlarken, dünya kim bilir daha ne tür bir eşiğe doğru ilerliyor?

T24’te yer alan uzmanlarla yapılan görüşmeler, Soğuk Savaş sonrası düzenin ABD liderliğindeki tek kutuplu yapıdan çok kutuplu ve “düzensiz” bir düzene evrildiği yönünde. Uzmanlar, Rusya-Ukrayna savaşı ve Gazze’deki çatışmalar gibi örneklerin bu dönüşümün barış ve güvenlik konusunda yetersizliğini açıkça gösterdiğini belirtiyor. Türkiye gibi orta ölçekli ülkeler, yeni düzende daha fazla özerklik arayışına girmiş durumda. Nükleer tehditlerin büyük güçler arasında dengelenmeye çalışılırken, küresel savaş riski konusundaki söylemlerin neden artırıldığına dikkat edilmesi gerektiği vurgulanıyor.


Batı medyası, zirvenin sonuçlarını sevinçle karşılamıştı.
The Guardian ve The New York Times, “Yeni bir Avrupa” vaaz etti,
“ABD-Sovyet ilişkilerinde yeni bir dönem” ilan etti.
Time dergisi ise “Yeni bir dünya inşa etme” manşetiyle dikkat çekmişti.

“Soğuk Savaş sonrasında küreselleşme büyük bir darbe aldı”

Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcisi (E) Büyükelçi Mehmet Fatih Ceylan, günümüzde yaşanan süreçleri “Karmaşık ve çok sayıda sorunun iç içe geçtiği, düzensiz bir ortamdan bahsediyoruz” şeklinde tanımlıyor. İki kutuplu dünyada ve Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde, ülkelerin uyum içinde hareket etme durumunun geçerliliğini yitirdiğini vurgulayan Ceylan, “Yeni bir düzene geçiş sürecinde olduğumuz kesin” diyor.

Ancak insanların aklındaki “dünya savaşı” kavramının değiştiğini belirten Ceylan şu şekilde ifade ediyor:

“Hangi tür bir dünya savaşından bahsediyoruz? Şu anda Ukrayna ve Orta Doğu’daki çatışmalar sürüyor. Aynı zamanda sorunların çözümü için de çabalar var; bunu inkar edemeyiz. Soğuk Savaş ardından ortaya çıkan ve giderek büyüyen küreselleşme önemli bir darbe aldı. Ancak tamamen yok olmadı. Karşılıklı bağımlılığın bu kadar belirgin hale gelmiş olduğu mevcut çatışmalı ortamda, her alanda olmasa da küreselleşmenin bir role sahip olduğunu görüyoruz.”

“Klasik anlamda bir Üçüncü Dünya Savaşı beklemek yanıltıcıdır”

Uluslararası gelişmelerin daha fazla sarsıcı hale gelmediği sürece klasik anlamda bir Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmasını beklemenin yanıltıcı olduğu kanısındayım” diyor Büyükelçi Ceylan.

“Küresel rakiplerin gelişimi, ABD’nin hegemonik rolünü sorgulatıyor”

Doktor Öğretim Üyesi Erhan Keleşoğlu, uluslararası sistemde derin bir dönüşüm yaşandığını belirtirken, “90’ların başlarında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası düzen ABD’nin önderliğindeki tek kutuplu bir yapı haline geldi. Özellikle askeri ve siyasi boyutta ABD, diğer aktörlere nazaran oldukça baskın bir konumdaydı. Ancak zamanla ABD’nin bu askeri ve siyasi önderliğinde önemli bir sarsıntı yaşandı. Özellikle ekonomik açıdan başta Çin olmak üzere diğer küresel rakiplerin gelişimi, ABD’nin bu hegemonya rolünü sorgulattı” değerlendirmesinde bulunuyor.

“ABD’nin birinci olma arzusu”

Siyaset bilimci ve tarihçi Prof. Dr. Hasan Köni, yaşananları ABD’nin “bir numara olma hırsı” olarak niteliyor ve ayrıca:
“Doların rezerv para olarak kalma isteği, ayrıca nükleer silah anlaşmasından çekilme durumu, gelecekte olası tehlikeleri gündeme getiriyor. Bunlar, büyük devletlerin istekleri doğrultusunda şekillenen durumlar. Orta ölçekli ülkeler, mevcut sistemde yer edinmek için çaba sarf ediyorlar.”

“ABD-Çin rekabetinin Türkiye üzerindeki etkileri”

Ancak “Bu tür çatışmaların etkilerinin lokalize edilmesi, küresel anlamda jeopolitik ve jeostratejik rekabetin sona erdiği anlamına gelmiyor” diyen Büyükelçi Ceylan, ABD-Çin çekişmesine dikkat çekiyor:

“Trump’ın göreve başlamasının hemen ardından ABD-Çin rekabetinin daha da tırmanmasını beklemek mümkün. Bu gelişmelerin Avrupa ve birçok ülkeyi etkilemesi muhtemel.”

Bunun Türkiye’ye yansımalarının olacağı uyarısında bulunan Ceylan, “Özellikle ticaretimizin yoğun olduğu Avrupa’da bir ekonomik daralmanın Türkiye’ye yansımaması imkânsız. Bu pazar kaybını Rusya ya da Çin ile dengelemek mümkün değil. Kısa vadede bu kaybı kapatmak olanaksız görünüyor ve bu durum ekonomi üzerinde büyük etkiler yaratabilir. Bu duruma hazırlıklı olmak gerekiyor.”

Doktor Öğretim Üyesi Keleşoğlu, Türkiye’yi yönetenlerin ABD’nin kademeli güç kaybetmesini fırsat olarak gördüğünü ifade ediyor.

Keleşoğlu, “ABD’nin Orta Doğu’dan Asya Pasifik bölgesine güç kaydırması, bölgedeki boşluğu yerel güçlerin doldurabileceği algısını güçlendirdi. Türkiye de, özellikle 2011 Arap Baharı sonrası böyle bir rol üstlenmeye çalıştı.”

“Türkiye’nin özerkliğinin sınırlı olduğu gerçeği”

Prof. Dr. Cangül Örnek, Türkiye’nin çatışan kutupların olduğu bir ortamda hareket ederek bir kutupta kalmayı başardığını belirtiyor. Ancak Örnek, “Bu kıstasların sürdürülmesi, ABD’nin de ‘onay vermesiyle’ mümkün. Türkiye’nin artan uluslararası gerilimler karşısında ‘özerk’ bir politika izlemekte olduğu gerçeği göz önüne alınmalı. Dış politikanın, ABD-NATO yönüne kayması olasıdır.”

Trump sonrası süreç

Prof. Dr. Köni, Donald Trump’ın ikinci döneminin başlamasıyla, “Türkiye’nin Çin ile olan ilişkileri, Şanghay’da gözlemci olması ve BRICS’e katılması, mevcut siyasi yapı çerçevesinde mümkün olacak mı?” diye soruyor ve ekliyor:

“Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyet talepleri gelene kadar onlarla iyi geçinmiş; öte yandan batılı ülkelerle de iş ilişkilerini sürdürmüştü. Şimdiki yapı içinde çok yönlü bir güç öngörmüyorum.”

“Nükleer caydırıcılık hâlâ önemli”

Rusya-Ukrayna çatışması ve Batı silahlarının Rusya’nın derinliklerine ulaşması konusunda yapılan değerlendirmeleri aktaran Büyükelçi Ceylan, “Rusya’nın Ukrayna karşısında konvansiyonel üstünlüğü belirli bir seviyede var. Ancak sıkça nükleer tehditlerde bulunması, bir tür acziyet göstergesi sayılabilir. Nükleer caydırıcılığın etkisi, soğuk savaş dönemine göre farklı olsa da, hâlâ önemli bir yere sahip.”

“Çin’in nükleer doktrin üzerindeki etkisi”

Çin’in tutumu da bu konuda dikkate değer olduğunu belirten Ceylan, “Çin, bu çatışmalarda nükleer silah kullanmayı reddettiğini açıkladı. Putin nükleer doktrinini güncellediğinde, Çin’in bu duruma yönelik açıklamaları dikkat çekti.”

Ceylan, nükleer bir çatışma koşullarında gerçekleşecek bir Üçüncü Dünya Savaşı gerçeğini çok anlamlandırmasa da temkinli:

“Elbette tarihte her zaman rasyonel davranılmıyor. Ancak nükleer konu, diğer alanlardan farklıdır. Fakat tehditler arttıkça, nükleer caydırıcılığın etkinliği de azalır.”

Rusya’nın nükleer doktrin güncellemesi

Büyükelçi Ceylan, Rusya’nın güncellenen nükleer doktrinini şu sözlerle değerlendiriyor:

“Bu yeni doktrinin, önceki halinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Mevcut doktrin, Rusya’nın stratejik hedefleri için nükleer silah kullanma yetkisini Başkan’a vermekte. Dolayısıyla, mevcut doktrin esnek bir yapı içerisindedir. Ancak, nükleer silah tehdidinin kullanılması ciddi bir konudur ve buna yönelik gelişmeler dikkatle izlenmelidir.”


Nükleer savaş riski iç politikada mı araç olarak kullanılıyor?

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, medya temsilcileriyle yaptığı görüşmede şu önemli noktaları ifade etti: “Bir taraf, ‘Topraklarım üzerinde daha fazla füze ve saldırı olursa, bunu durdurmanın diğer yollarını ararım’ diye konuşuyor. Bu şaka değil. Karşı taraf ise ‘Elinde nükleer silah varsa, benim sınırlarımı ihlal etmene izin vermem’ diyor. Bu durum oldukça karmaşık.”

Öte yandan, İsveç’te Soğuk Savaş döneminin acil durum planlarının güncellendiği bilgisi de ortaya çıktı. Türkiye dahil birçok ülke, sıklıkla küresel ve nükleer savaş risklerinden bahsederken, Büyükelçi Ceylan’a göre bu endişelerin sebepleri arasında iç politik sebepler dikkate alınmalı. Ceylan, “Avrupa’da bazı ülkeler, bu tehdidi gerçekten hissediyor; örneğin Polonya, İsveç, Finlandiya. Tüm bu ülkeleri NATO’ya katılma basamaklarına attıran tehditler, gerçek ve ciddî.” ancak sık kullanılan söylemler ülke içi politika hedefleri için de kullanılabilir.

Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki dış politikasının şekillenmesi

NATO’ya katılım sonucunda Türkiye’nin hem güvenlik politikaları hem de iç politika kültürü konusunda Batı etkisinin görünür olduğunu kaydeden Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, “Soğuk Savaş dönemindeki gerilimler, ABD’nin izlediği politikaya bağlı olarak Türk dış politikasının yönünü belirlemiştir.”

Türkiye’nin “dengeleme” politikası doğrultusunda Soğuk Savaş’ta belli başlı tercihleri olduğunu belirten Örnek, “Sovyetler Birliği ile yapılan ekonomik işbirliği hala önemli bir örnek. Ancak genel olarak anti-Sovyet tutumlar, önemli bağımsızlık fırsatlarının kaybına neden olmuştur” dedi.

“Otoriter ve özerk hareket eden orta ölçekli devletlerin önündeki fırsat”

Türkiye’nin, dönüştürücü bir dönemden geçtiği ve bununla birlikte NATO’dan kopmadan bir güvence arayışında olduğunu belirten Keleşoğlu, “Türkiye, NATO’nun nükleer gücüne ihtiyaç duyuyor. Rusya ile yönetilen politikalar arasında büyük anlaşmazlıklar mevcutken, bu gerilimler Türkiye’nin kararlarını etkileyecektir.”

Örnek, bu dönemde daha bağımsız ve özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin öne çıktığına işaret ediyor.

Sonuç olarak, Türkiye’nin uluslararası sahnedeki konumu ve karar alma süreci, geçmişten gelen etkilerle şekillenmekte, fakat yeni dinamikler altında daha yeterli kararlar alma imkanına sahip bir yapıya doğru evrilmektedir.

“`

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir